E-Book, Deutsch, 314 Seiten
Heinzmann / Selçuk / Eugen-Biser-Stiftung Autorität und Individuum
1. Auflage 2014
ISBN: 978-3-17-028562-0
Verlag: Kohlhammer
Format: PDF
Kopierschutz: 1 - PDF Watermark
Grundlagen in Christentum und Islam
E-Book, Deutsch, 314 Seiten
ISBN: 978-3-17-028562-0
Verlag: Kohlhammer
Format: PDF
Kopierschutz: 1 - PDF Watermark
The link between the individual and the state or religious community on the other hand, does not occur without tension. The Christian understanding of God is a result of the opinion of understanding man as a person, who turns to good account not because they are forced, but of own conviction and free will. The resulting conscientious and religious freedom resulting thereof was, however, disputed by Christianity for a long time.
A Muslim is responsible to constructively contribute towards the societal and political structures in their community. The Koran not only reprimands obedience towards God, but also urges believers to maintain societal order, as well as to constructively contribute towards political and societal structures.
A Muslim has a responsibility to help shape the constructive social and political structures of its surroundings. The Koran exhorts not only to obedience to God, but puts the faithful close also to maintain the social order and help shape political and social structures constructively .
Weitere Infos & Material
Birey ve Toplum –
Hiristiyanlik Geleneginde Özgürlük ve Itaat
Peter Antes Hiristiyanlik tarihi, insanin insandan daha fazla Tanri’ya itaat etmesi gerektigini gösterir. Bu erken Hiristiyanlik döneminde Roma Imparatorlugu ile olan sorunlarda geçerli oldugu gibi Hiristiyanligin devlet dini olmasindan sonra da geçerliligini korumustur. Bireysel özgürlük ve kisinin vicdanina uygun karar vermesi bu dönemde de devlet ve kilise ile olan dayanismadan önce gelmektedir. Makale, Hiristiyanlik tarihinin her safhasindan örneklerle bunun, uygulamada bazen tersî durum sözkonusu olsa bile, genel olarak geçerli oldugunu göstermektedir. Hiristiyanlik tarihinin baslangicindan bu yana birey ve toplum arasinda gerilim yasanmaktadir.1 Bu gerek Hiristiyan olan bireyle Hiristiyan olmayan toplum arasindaki iliskisi, gerekse Roma Imparatorlugu’nda Hiristiyanlik devlet dini ilan edildikten sonra Hiristiyan bireyle, Hiristiyan devlet ve kilise toplumu arasindaki iliskisi için geçerlidir. 1. Hiristiyan Birey ve Hiristiyan Olmayan Toplum
Hiristiyan bireyin özgürlügü ve Hiristiyan olmayan toplumun itaat talebinden kaynaklanan taraflar arasindaki ilk çatisma Kutsal Kitap’ta Elçilerin Isleri bölümünde aktarilmistir. Elçiler, Kudüs’te bulunan Musevi kurumlarla anlasmazliga düserler. Hiristiyanlar gerek bashahamin, gerek Musevi Yüksek Kurulu’nun kisisel inançlarini ilan etme yasagi talebine uymazlar. Elçilerin sözcüsü Petrus, itaate karsi gelen bu davranisi su sekilde yorumlar: “Insanlardan çok Tanri’ya, sözüne itaat etmek gerekir” (Elçilerin Isleri 5,29). Petrus’un verdigi bu yanit temel anlamda Tanri’ya olan itaatin kesinlikle ön planda oldugu anlamina gelir. Hiç bir devlet veya din kurumu bundan daha büyük bir saygi konusunda hak iddia edemez. Süphe hâlinde bireyin özgürlügü devlet ve dinî otoritelerin kurallarindan önce gelir, itaat etmeme ardindan somut yaptirimlar getirse bile. Böyle bir sahsi özgürlügün gerekliligi Hiristiyanlik inanisina göre her insanin yaptiklarindan kisisel olarak ölümden sonra da sorumlu oldugu ve bu sorgulamanin ölümden sonraki kisisel ve toplumsal boyutta bir mahkemede olacagi gerçeginden ortaya çikmaktadir. Bundan dolayi yapilan hatalardan toplumsal bir kurtulus yoktur. Her insan, kadin veya erkek, dünya hayatinda yaptiklarindan tamamen kendisi sorumludur. Fiillerine yön vermede – iyi olani yapmak veya kötü olandan uzak durmak – ölçüt, insanin içindeki Tanri’nin sesi olan vicdandir. En yüksek ilke bu vicdana uymaktir. Bu özellikle Hiristiyan olmayan, kendi dinî davranis kurallarindan degisik kurallarin norm olarak belirlendigi toplum içerisinde daha fazla geçerlidir. Eger bu belirlenmis kurallarla ve kendi vicdanin öznel yükümlülükleri arasinda çeliski yasaniyorsa, kendi inançlarindan dogan davranis özgürlügü tek ölçüt olarak geçerlidir. Böyle bir çeliski Hiristiyan toplum içerisinde de ortaya çikabilir. 2. Hiristiyan Devlet Toplumunda Hiristiyan Sahis
Axel Freiherr von Campenhausen çok faydali bir makalesinde Roma Imparatorlugu’nda devlet ve din arasindaki iliskilerin, Hiristiyanligin devlet dini olarak ilanindan sonra degisiklige ugradigina dikkat çeker.2 Bu karara kadar Roma Imparatorlugu zamaninda devlet sinirlari arasinda bulunan tüm dinler Roma imparatorunun emri altinda olan ulusal veya millî inançlardi. Bu Musevilik için de geçerliydi. Ilkelerinde evrensel geçerlilik hakki iddia eden Hiristiyanlik’la ilk defa imparatorun ve devletin bile tabi olmasi gereken bir din ortaya çikti. Böylelikle devlet ve din iliskilerinde temel bir dönüsüm yasandi. Bu sadece teoride degil, aci verici bir boyutta somut olarak da gerçeklesiyordu. Dünyaca ünlü tarihsel bir olay bu konudaki temel dönüsüme örnek verilebilir: Imparator Theodosius’tan talep edilen ve onun da 390 yilinda yaptigi ‘kilise tövbesi’. Imparator Theodosius Selanik’te gerçeklesen bir karkasanin intikamini almak için suçsuz halk arasinda inanilmaz bir katliam gerçeklestirmisti. Binlerce insan tiyatroya çekilerek tuzaga düsürülmüs ve orada öldürülmüstü. Bu katliam böylesi barbar cezalandirmalarin alisilagelmis oldugu bir devirde bile dehset yaratmisti. Milano’da bulunan baspiskopos Ambrosius (339–397), imparatoru kiliseden aforoz etmekle tehdit etmis ve bunun üzerine imparator toplanan kilise cemaati önünde tövbe ederek suçunu kabul etmisti. Böylelikle tüm dünyanin gözü önünde devletin basina buyruk ve sorumsuz davranamayacagi ve devlet hukukunun sinirli oldugu gösterilmistir. Tam aksine her ikisi de adaletin gereklerine uymak zorundadirlar. Ayni zamanda imparator da hesap vermek durumundadir ve Hiristiyan oldugu sürece kilisenin bir mensubudur ve kiliseye hükmedemez. Bu tarihsel olayda da kalici olan bir sey kendini belli etmektedir: Hiristiyanlik’la o zamana kadar görülmemis bir sekilde hukuk ve siyaset dünyasinda insanin sorumlulugu ortaya çikiyor. Her siyasal davranis, Tanri, kisisel vicdanimiz ve Hiristiyanlik’tan etkilenmis olan devlet tarihi sonucu özgür hukuk devleti kurumlari önünde bizleri hesap verme sorumluluguna zorunlu tutar.3 Her türlü davranisin ahlaki sorumlulugu sahsin kendisinde olur. Sahis bu kisisel sorumlulugundan devlete ve topluma karsi itaat zorunluluguna dayanarak kurtulamaz. Bundan dolayi devletin verdigi emirlerin ahlaki yapilabilirligini arastirmak her sahsin kendi görevidir ve bu emirler vicdanin hükmüne uygunluk göstermezlerse, sahis onlari reddedebilir. Emirlere karsi olan kisisel ahlaki sorumlulugun boyutunun ne kadar büyük oldugunu 1945 yilindan sonra Almanya çapinda Nazi cinayetlerinde isbirligi yapanlara karsi yürütülen sayisiz davalarda gözlemleyebiliriz. Suçlularin devlete ve emir mevkilerine karsi olan itaat zorunluluklarini sebep göstermeleri, onlari isledikleri insanlik disi suçun kisisel sorumlulugundan kurtaramamistir. Verilen bir emrin yerine getirilmemesinin hiç de nadir olmayan durumlarda olumsuz neticeler getirdigi bilmesine ragmen, yine de suçlular yaptiklarindan sorumlu tutuldular. Tüm bu açiklamalardan aldigimiz netice sudur: Hiristiyan ögretisindeki ahlaki ilkerin kesinlikle ön plandadir, uygulanip uygulanmamasinin konu bile edilemez ve bu ilkeler mevcut her türlü itaat zorunlulugundan önce gelir. Birey özgürlügü, toplumsal baskidan, devlet ve hukuka karsi olan sadakatten önce gelir. Bu kisinin verilen emrî özgürlügünü öne sürerek yerine getirmemesi durumunda ceza almayacagi anlamina gelmez, en kötü ihtimalde bu kisisel özgürlük ölüm cezasi ile sonuçlanabilir. Birgün tarihe sehit olarak geçmek umudu çogu zaman sadece zayif bir teselliden ibarettir ve bu da böyle bir kahramanca davranisin temel motivasyonu olmaya yeterli degildir. Bu sebepten dolayi tarihe baktigimizda tutarli bir tarzda emirleri reddeden kisilerin sayisi düsüktür. Bunun yerine sürü psikolojisiyle davrananlarin sayisi vicdani retçilere nazaran daha yaygin olmustur. Zikredilen son sorun, kurallari Hiristiyan ilkelerine uymayan devletleri konu aliyor. Bu demek oluyor ki, burada asil sorun Hiristiyan devlet degil, Hiristiyan olmayan toplum düzeni içerisinde yasayan Hiristiyanlarin davranislaridir. Elçilerin Isleri’nde de aktarilan “Insanlardan çok Tanri’nin sözüne itaat etmek gerek” (Elç. 5,29) sözünde yatan emri reddetmeyi hakli kilar gözüküyor. Hiristiyanlik tarihi bizlere, kendilerini Hiristiyan devleti olarak kavrayan devletlerin – Tanri’nin kanunlari anlaminda – Hiristiyan olmayan ve tanrisal düzeni göz ardi eden toplumlara dönüsebileceklerini göstermektedir. Belli ki hiç bir devlet böylesi degisimleri yasamaktan güvencede degildir. Bundan dolayi tetikte olmak ve her davranisin, emir misali ya da kanun tarafindan istense bile, ahlaki geçerliligini kontrol etmek ve sadece vicdani elverdigi vakit onu gerçeklestirmek, her Hiristiyan insanin zorunlu vazifesidir. O bakimdan Hiristiyan gelenegin temel vurgusu birey ve özgürlük üzerindedir. Bu iki ilke, toplum ve itaatten önce gelir. Hiristiyan gelenek bu gerçegin sadece devlete karsi degil, Kilise’ye karsi da geçerli oldugunun dile getirilmesindedir. 3. Hiristiyan Kilise Toplumunda Hiristiyan Sahis
Roma Katolik Kilisesi’nin vicdani konu alan ögretisi, vicdaninin sesini dinleyen her insanin Tanri gözünde dogru davrandigini vurgular. Bu, vicdani kararlarin Kilise’nin emirlerine ters olmasi durumunda bile geçerliligini korur. Bu durum somut olarak Hiristiyan geleneginin çözümünü sadece kismen ele aldigi bir problem ortaya çikiyor: Kim ahlaki olarak dogru davraniyor? Kilise’nin yasalarini göz ardi ederek vicdaninin sesini dinleyen mi, yoksa vicdaninin sesini susturarak Kilise’nin yasalarini kabul eden mi? Vicdaninin sesi Kilise’nin doktrinlerine itaati reddetmeye yönlendirse bile, bu sesi dinleyen sahsin kisisel suç tasimadigi tartismasizdir. Bu sahis dogru ve öznel olarak iyi davraniyor. Tartisilan nokta, Kilise’nin kurallarina itaat etmeye devam edip de böylelikle öznel vicdanina nesnel itaatten dolayi karsi çikan...